Kronoloji
Web sitemizin Kronoloji bölümünü, Mehmet Güleryüz’ün yaşamı ve yapıtlarına dair kapsamlı bir bakış açısı sunmak amacıyla periyodik olarak yeni bölümlerle güncelleyeceğiz. Kaynaklarımızı zenginleştirmeye devam ederken bu güncellemeler için takipte kalın.
I. BÖLÜM
Formasyon ve Gelişim (1958 - 1970)
Sanatçının hayatı ve sanatsal kariyeri, 1958'deki eğitim temellerinden 1970'te Paris'e gitmesine kadar olan önemli aşamalara ayrılarak incelenmiştir. Bu dönem, Akademi'ye girişini, profesyonel olarak oyunculuk yapmaya karar vermesini, Akademi'ye geri dönüp eğitimine devam etmesini, mezuniyetini ve askerlik hizmetini kapsar.
Kilometre Taşları
1958 - 1962
Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğrenimine başladı.
1963
Şehir Galerisi, İstanbul Sergisi: Sepya desenler
1963 - 1965
Öğrenimine devam etmek ve eğitimini tamamlamak için Akademi'ye geri döndü.
1966
Güzel Sanatlar Akademisi'nden mezun oldu. Alman Kültür Merkezi, İstanbul Sergisi.
1958-1962
Akademi
1958 yılında, Güleryüz, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (İDGSA) Resim Bölümü'ne kabul edilir. Avrupa'dan yeni dönen ve hazırlık desen sınıfında ders vermeye başlayan Neşet Günal’ın Resim Bölümü Atölyesi’ne kaydolur. İkinci yılında, Cemal Tollu Atölyesi’ne geçiş yapar.
Akademiye girmeden evvel yaptığım işler, diğer öğrencilerin işlerinden farklıydı zaten. Birinci yıl, desen düşüncesine fazla katkıda bulunmadı; bizden istenilenlere kerhen cevap vermekle geçti günler. Kendimde çok büyük bir oluşum da göremedim ve ilk baştaki heyecanım öldü. Coşkumu, daha çok tiyatroyla besliyordum ve tiyatro çalışmaları sırasında sanat üzerine yeterince düşünmemiş olduğumu anlamaya başladım.
Güleryüz'ün öğrenci yılları, bireysel ve toplumsal hakları vurgulayan 1961 Anayasası'nın siyasi ve kültürel olarak dinamik dönemine denk gelir. Ancak, Akademi ile olan ilişkisi, Nan Freeman tarafından memnuniyetsizlikle tanımlanır. Güleryüz, özellikle Cézanne’ın figüratif yöntemi ile Léger ve Lhote'un kübist öğelerinin birleşiminden oluşan akıl hocası tarafından teşvik edilen geleneksel akademik yaklaşıma karşı çıkmıştır. Bunun yerine soyutlamaya ilgi duymuş ve 1964 yılı itibarıyla Jackson Pollock ve Willem de Kooning gibi New York'lu Soyut Dışavurumcularının eserlerini, ayrıca Joseph Albers gibi sanatçıların geometrik soyutlamalarını incelemeye başlamıştır. Güleryüz ve İstanbul’daki akranları, özellikle David Hockney ve Jasper Johns gibi sanatçılara ait 1950'lerin sonları ve 1960'ların başlarındaki figüratif sanat akımının ortaya çıkışından habersizdi. Bu farkındalık eksikliği, Güleryüz ve çağdaşlarının yeni bir figüratif tarz geliştirme yolunda kendi yollarını bulmalarına neden olmuştur.
1958-1962 Dönemi Yapıtları
1963
Tiyatro
Görsel sanatlara duyduğu artan ilgisine rağmen, Güleryüz tiyatroya olan tutkusunu sürdürmüştür. Akademi yıllarında, Akademi Tiyatrosu'na katılmış ve sonrasında Cep Tiyatrosu'nda Haldun Dormen ve Beklan Algan gibi değerli eğitmenlerle “aktör stüdyolarına”, ve oyunculuk derslerine katılmış önemli tiyatrolarda oyunculuk yeteneğini geliştirir. Tiyatrodaki çalışmaları, özellikle insan formunun, jestlerin ve davranışsal ifadelerin tablolarında nasıl kendini göstereceği konusunda, daha sonraki sanatsal gelişimini derinden etkilemiştir.
Sanat yapıtının oluşturulmasındaki düşünsel dayanakları ve nedenleri o çalışmalar sırasında ögrendim. Metin çalışmaları öncesinde, seçtiğimiz nesnelerden hareketle kurguyu öğrendik. Düşünceleri hangi nesnede nasıl toplayabileceğimize dair bir dizi araştırma yaptık. Oyunculuk eğitimi için duygular ve bedeni hazırlama, ötesini duyma, yani iç alanın hazırlığı, temrinler...
1963 yılında Güleryüz, geleneksel akademik eğitimin sınırlarından duyduğu memnuniyetsizlik nedeniyle, yaratıcı araştırmalarını kısıtladığını düşündüğü bu çerçeveyi terk etme yönünde belirleyici bir karar alır. Daha fazla özgürlük arayışıyla, Türkiye’de avangart tiyatronun öncülerinden olan ve Asaf Çiğiltepe tarafından yönetilen ilerici Arena Tiyatro Grubu ile iş birliğine gitti. Grubun ilk oyunu “Übü”de sahne alan Güleryüz, Arena’nın tüm takip eden yapımlarında da rol alırken aynı zamanda bu oyunların kostüm tasarımlarını da üstlenir. Deneyselliği ve yenilikçiliği teşvik eden bir ortamda kendini bulan Güleryüz, öz ifade için yeni yollar keşfeder. Bu dönemde geliştirdiği bakış açıları ve teknikler, daha sonra görsel sanata geçişinde temel bir unsur haline gelir; eserleri, tiyatroda deneyimlediği sınırları zorlayan ruhu yansıtır bir nitelik kazanır.
Tiyatroyu önceliklendirdiği bu dönemde Güleryüz, resim aracılığıyla tam olarak hayata geçiremediği ifade biçimlerini sahne üzerinde izleyicilerle doğrudan iletişim kurarak yönlendirme fırsatı bulmuştur. Bu süreç, aynı zamanda onun döneminin acil ve önemli meseleleriyle daha yakın bir bağ kurmasını sağlamıştır. Tiyatro sahnesinde insan bedeninin sergilediği biçimler, jestler ve davranışlarla şekillenen karakter arketipleri; bu karakterlerin yer aldığı sahne dekoru aracılığıyla geliştirilen çözümler ve sahne alanının kullanımı, ileride yaratacağı yapıtlarda derin bir etkiye sahip olmuştur. Bu unsurlar, toplu olarak, onun sonraki sanat yapıtlarında kendine ifade alanı bulmuştur.
Kostüm Tasarımları
1963
Şehir Galerisi: Desenler
1963 yazının başında turneden döner dönmez -Bir seri sepya desen yaptım. İlk defa farklı bir medya kullandım: doğrudan suluboya tüpleriyle ıslak kâğıt üzerine çizimler. Renklerin bu biçimde dağılması laviyi andırıyordu. Uzakdoğu resmindeki boşluk meselesini esas aldığım bu resimlerin teması nüler ve enteriyörlerdi. Aynı tekniği kullanarak siyah beyaz desenlerde hıza bağlı ritmi denedim.
O zamanlar, hocalar tarafından hoş karşılanmazdı. Zaten seyirci çok az, alıcı ise hiç yoktu. Sergi açmanın en önemli yani resimlerinizi bir arada görmek ve göstermekti. O resimlerden önemli bir miktarı elimde; bugün baktığımda, eli yüzü düzgün inançlı denemeler olduğunu, izlediğim yolun kimi işaretlerini de barındırdıklarını görüyorum. En önemlisi ne gerektiğini kavramış bir elden çıkmış olmaları.
Canan Beykal’a göre bu dönem Güleryüz’ün resminde ...henüz yoldan çıkmamış, hünerli bir el; akademide kendisinden beklenenlere yanıt veren estetik, uyumlu, güzel ve dengeli kompozisyonlar için gerekli olan leke, ritim, biçim, açık-koyu gibi kuralları uygulayacağı bir desenin hizmetindedir.(...)Oysa şaşırtıcı bir keyifle çizebilen Mehmet Güleryüz için desen, bir anlamda, eline egemen olmaksızın, bir yazarın sözcüklerle eğlenmesine benzer biçimde kendiliğinden oluşmalıydı.(...) Geleneksel anlamda atölye deseni düşünülecek olursa yine de 1963 desenlerindeki serbestlik hemen fark edilebilir türdendir. Hatta pek çok kişinin beğenisini kazanabilecek bu tür desenlerinden Mehmet Güleryüz’ün neden vazgeçmiş olduğu hayıflanılarak sorulabilir de.
1963: Şehir Galerisi - Desenler
1963-1965
Akademiye dönüş

Mehmet Güleryüz, 1965 yılında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde meslektaşlarıyla birlikte. © Mehmet Güleryüz Arşivi.
1963 yılında Akademi’ye geri dönen sanatçı, eğitimine yeniden Cemal Tollu Atölyesi’nde devam etti. Bu dönemde tiyatroda anlatım meselelerine duyduğu ilginin, resim anlayışını da yönlendirdiğini fark ederek soyut çalışmaların ötesine geçip ekspresyonist resme yöneldi. 1963-64 yıllarında figürle doğrudan ilişki kurdu ve koyu tonaliteler içinde figür araştırmalarına başladı. Sanatsal arayışlarının temelinde, Türk işlemelerindeki motiflerin ve Kopt dokumalarının dokusunu resim yüzeyinde yeniden üretme isteği bulunuyordu. Emeraude yeşilleri, vermillon kırmızıları, yoğun boya katmanları ve spatül kullanımıyla oluşturduğu kompozisyonlarda, boya yüzeyinde doku yaratıyor; boyanın kıvamını sürüşle değiştirerek desen esaslı, iç içe geçen insan ve hayvan figürlerine yöneliyordu. Bu çalışmalar, stilize edilmiş yüzey resimleri niteliği taşımakla birlikte, doğrudan kendilerini ele vermeyen bir gizem barındırıyordu. Sanatçı aynı dönemde Afrika ve mağara resimlerinden, primitif stilizasyonun yalınlaştırıcı tavrından esinlendi. Koyu tonlar içinde saklı kalan nü denemeleri de bu süreçteki araştırmalarına dâhildi.
Galatasaray’daki atölyede "Kafkas Tebeşir Dairesi" desen serisine başladım. Brecht’in metnine veya söylemine, hatta oyunun imajlarına tam tekabül etmeyen Uzakdoğu izleri taşıyan hayvan ve insan motifleri yaptım. İlkel, göçebe toplum düzenindeki meseleler, insan yapısı, hayvanlarla beraber yaşama üzerinde durdum. Niye bunları seçtiğimi anlatmak çok zor. Hayvanlar belirgin değildi, metamorfoza uğramış gibiydiler ve fantastik roller oynuyorlardı. Desen dilinde bulduğum farklılıkla adını koyamadığım bir dünya oluşturmak istiyordum. Daha sonraları düşündüğümde belirgin olmayan bir tanımlamayı tercih etmekle, resimde hareketli bir alan açtığımı; oluşan atmosferin şartlanmamış bir biçimini araladığımı anladım. Figürü oluştururken de aynı yolu izledim; birebir gerçeğe bağlı olmayan, ondan yola çıkarak şiiri oluşturabilen bir dil kurduğuma inanıyorum.
1965’te Akademik estetiğe karşı olmak kaydıyla yola çıkarak Utku Varlık, Devrim Erbil, Oktay Anılanmert ve Necati Ayden ile birlikte “5 Genç Ressam” grubunu kurarak iki sergi açarlar.
Semra Germaner, bu yıllarda Türkiye sanatının gelişimini şöyle yorumlar: 1968 yılı dünyada olduğu kadar Türkiye’de de siyasetten kültür yaşamına kadar her alanda derin izler bırakmış bir uyanış ve değişim dönemi olmuştur. Yazın dalında açık etkilerinin izlendiği 1960 - 1970 arasında, plastik sanatlar alanında, o yıllarda etkin soyut sanata bir alternatif olarak Mehmet Güleryüz (1938 İstanbul), Alaettin Aksoy (1942 Trabzon), Komet (Gürkan Coşkun) (1941 Çorum), Utku Varlık (1942 Bolu) ve farklı bir sanatsal kimlik sergilemekle beraber Neş’e Erdok (1940 İstanbul) gibi genç sanatçıların figüratif anlatıma yöneldikleri, yaşama, kendi iç dünyalarına ve toplumsal eleştiriye yönelik bir tavrı yapıtlarında yansıtmak istedikleri anlaşılmaktadır."
İstanbul’a Barış Gönüllüsü Programı ile gelen Amerikalı Carol La Motte ile tanışır. Carol, Kocamustafapaşa’da Çocuk Esirgeme Yurdu’nda çalışırken, ülkesine dönmesine kısa bir süre kala ilişkileri başlar. Yine aynı yıl gravür ve litografiye merak salıp Sabri Berkel’in atölyesinde arkadaşlarıyla kaçak çalışmalar yapmaya başlar.
1965 yazında Özer Kabaş ve Mehmet Güleryüz gravüre yoğun bir ilgi duymaya başladılar. Küçük bir preseyle çalışarak, otoportreler ve insan-hayvan karışımı figürlerden oluşan küçük gravürler ürettiler. 1967’de, askere gitmeden önce, Güleryüz çoktan daha sonra desenlerinde geliştireceği figürlerin fikirlerini şekillendirmeye başlamıştı. Bu dönemde, henüz Türkiye’de çalışma izni bulunmayan Carol, her üç ayda bir ülke dışına çıkmak zorundaydı. Atina ya da İtalya’ya yaptığı yolculuklarda gerekli sanat malzemelerini temin ederek geri dönüyor, böylece çiftin sanatsal üretimini destekliyor ve zenginleştiriyordu.
Akademi’deki gravür atölyesinin hocası Sabri Berkel’di. Programda gravür dersleri zorunlu olmamasına rağmen, sanatçı Utku ile birlikte atölyenin müdavimleri hâline geldi. Atölyede kullanılmadan duran, hazine değerinde sayılabilecek Grand Aigle marka büyük forma klasik prese öylesine tutkuyla bağlandılar ki, Sabri Berkel’in soğuk yaklaşımı ve sert uyarıları bile bu ilgiyi azaltamadı.
Aynı dönemde litografi ile de ilgilenmeye başladı. Başlangıçta desen çalışmalarına farklı bir boyut kazandırmak, çizim dilini zenginleştirmek amacıyla denediği litografi, zamanla sanatçının tutkularından biri hâline geldi. 1965 sergisine desenlerin ve boyaların yanı sıra birkaç litografi de dâhil etti. Ayrıca Paris’te düzenlenen Genç Sanatçılar Bienali’ne gravürlerini göndererek bu alandaki üretimlerini uluslararası bir platformda sergiledi.
1963-65: Gravürler
“Sen de Vur” serisinden Wendy M. K. Shaw şöyle bahseder: “Güleryüz ilerleyen yıllarda da, temsilden vazgeçmeksizin hareketi vurgulamayı sürdürdü. Figürlerin sayfanın tamamına hızlıca çizilmiş, his taşıyan çizgi ve gölgelerden çıktığı, figüre dayalı bir soyutlama biçimi geliştirdi. Desenlerin harekete dayalı doğrudanlıklarına karşın, çizginin değişen kalitesi Güleryüz'ün bu araç özelindeki ustalığının da altını çizer. Bu durum özellikle 1965 tarihli "Sen de Vur" dizisinde son derece belirgindir. Burada, düz, hızlıca çizilmiş çizgiler dolambaçlı, kısa çizgilerden oluşan işaretlerle karışarak, taranmış düğümler olușturur ve bunlar da gevșek liflere ve keyfi çizilmiş halkalara ayrılır. Ince suluboya tabakaları çizgilere hayat vererek, insan ve hayvan figürlerinin kargaşadan çıkmasını sağlar. Ancak düz biçimlere yol açmak yerine, kalın tarama yamalarıyla, arkasında kâğıdı küçük benekler halinde gösteren ince boya tabakası arasındaki karşıtlık, kalıba dökülmüş figürlerin, çizgilerin düzensizliğinden sıyrılıp ortaya çıkmasını sağlayan derin bir gölge duygusu yaratır. Tıpkı aklımızın, bir duş kabininin kapısındaki buhar izlerinden,yahut ahşap ya da mermer bir zemindeki izlerden figürler yaratarak bize oyun oynaması gibi, bu figürler de tanınmanin sınırında durmaya katlanırlar.”
Bireysel ve sosyal düşünme süreçleri ve daha önce yapılan bazı tanımlar burada çok önemli rol oynuyor. Henüz ortaya çıkmamış, ama sezdiğimiz bazı gerilim alanları oluşuyor; mesela 1965’te yaptığım Sende Vur isimli resmin yeraldığı seride toplumun ve benim itildiğimiz köşe… Büyük bir öfke hissediyor ve tepkisel davranma, isyan etme ihtiyacı duyuyordum. O günlerde Türk resminde böyle bir resim tavrı ve cinsellikle ilgili işaretler yoktu. Figürlerin açılımına cinsel organların gösterimini de kattım. Çizdiğim figürler cinsiyetleri olan yaratıklardı.
1965 Karma Sergiler
- TMTF Barış Festivali, Istanbul, Türkiye
- Devlet Resim ve Heykel Yarışması Sergisi, Istanbul, Türkiye
- Devlet Resim ve Heykel Yarışması Sergisi, Ankara, Türkiye
- 1965 5. Genç Tanatçılar Bienali, Paris, Fransa
1963-65: Seçilmiş Yapıtlar
1966
Mezuniyet
1966 yılı Mezuniyet Yarışması’na, kendine özgü ilk figüratif çalışması “Manav” ile katılır ve birinci olarak Akademi’yi tamamlar.
1966 Karma Sergiler
- Günümüz Türk Sanatı, Ben & Abby Grey Vakfı, Minneapolis, ABD
- Çağdaş Türk Sanatı, Ben & Abby Grey Vakfı, İstanbul, Türkiye
- Çağdaş Türk Ressamları Derneği Sergisi, İstanbul, Türkiye
- Beş Genç Ressam, İstanbul, Türkiye
1966 Kişisel Sergi
- Alman Kültür Merkezi, İstanbul, Türkiye
1966 Bienal
- 5. Tahran Bienali, Tahran, İran
Güleryüz’ün Akademi’nin son yıllarına denk gelen 1960’lar ortası ve sonundaki resimleri, Nan Freeman’a göre kendi kuşağının ruhunu uygun ama kendine özgü kaygıları yansıtacak figüratif bir üslup geliştirmeye çalıştığını gösteren eserlerdir.
1966 Türk Alman Kültür Derneği Sergisi
Türk Alman Kültür Derneğinden sergi teklifi geldi.Uzun süreden beri derneğin başında Bedri Rahmi’nin kızkardeşi Mualla Eyüboğlu’nun eşi Dr.Anheger vardı. Daha çok o dönemin profesyonellerini sergiliyorlardı. Cihat Burak, Tektaş Ağaoğlu, Nil Yalter, Nejat Devrim, vs. Türk resminde kımıltının başladığı bir dönemdi. Akademiyi bitirmeme daha bir yıl varken ikinci sergiyi yapabilmek, üstelik oraya davet edilen ilk öğrenci olmak benim için çok önemliydi. Sergi çok ilgi çekti. Orada sergilenen resimlerden ikisi, 90’lı yıllarda Merkez Bankası Koleksiyonu’na alındı, "Kafkas Tebeşir Dairesi" serisinin desenleri ve 1965 yağlıboyalar vardı.
1966: Desenler ve Gravürler
1967-1969
Askerlik Hizmeti
1967 yılının Ekim ayına kadar askerlik nedeniyle resim yapamayacağını, bu iki yılın ondan koparılacağını ve bir boşluk yaşayacağını düşünerek resme daha sıkı sarıldı. Dolu dizgin bir çalışmayla anlatım yönünden kendini serbest bıraktı. Bu dönemde “Aynanın İçinden”, “Aile”, Kadın serisinin ilk resmi ve “Kuzu ve Çıplak” ortaya çıktı.
Söz konusu çalışmalar; hızlı, enerjik, güncel meselelere yaklaşan, fantastik alandan yola çıkan ve gerçeküstüne dokunan resimlerdi. Sanatçı, 1965’teki insan-hayvan buluşmasının ve yüzülmüş tenin etkisini arıyordu. O sıralarda, resimde güncel sorunlarla ilgilenmenin sıradan bir tutum olduğu yönünde görüşler hakimdi. Buna karşılık, o kendi iç kurgularını, ironik yaklaşımını ve sosyal yapıya yönelttiği eleştiriyi daha da yükseltmek ve netleştirmek istiyordu.
Aynanın İçinden o dönemin ilk resmi oldu. Tablonun sağında aynalı dolap; aynada görünen portreler aynanın karşısında duran yașlı fahişeyle konuşuyorlar; solda Kuledibi eskiciler çarşısının atmosferi ve inekle ilişkiye girmiş yeşil takkeli çıplak bir adam.
Kuzu ve Cıplak, cinsel baskıyı, kadının zorlanmasını ele alan resimlerin ilki. O sıralar cinsellik, beden, ten birincil meselem hâlini almıştı ve tiyatro çalışmaları sırasında oyun yazarlığı hocamın şu sözünü benimsemiştim: Seni en çok ilgilendiren neyse, ondan bahset!
“1960’ların ikinci yarısından itibaren Güleryüz masallar anlattığı resimlerinin ilk örneklerini vermeye başlar. Bunlar, hem fantastik hem de gerçekçi görüntülerden oluşan eğretilemelerin yanı sıra çoklu anlamlar taşıyan ve bu anlamlardan bazılarının sanatçının içinde yer aldığı toplumsal düzenin eleştirileri olduğu, gerçek ya da düşsel bir yerel bağlama oturtulmuş resimlerdir.”
1967-69: Yağlı Boyalar
1966–67 yıllarında Özer Kabaş ile birlikte bastığı gravürler ve Bursa’da yaptığı desenler, sanatçının üretiminde önemli bir dönüm noktası oldu. Gravürlerle desenler arasındaki bağlantı, desenin bağımsız bir ifade dili olarak kullanılması, desenler arasındaki ilişkiler ve cinsellik temasının belirginleşmesi büyük ilgi uyandırdı. Tensel atmosferin ve onun enerjisinin resim diline yansıması, dönemin sanatsal bakışı içinde oldukça ileri ve cüretkâr yaklaşımlar arasında değerlendirildi. Bu serginin sanatçı açısından en önemli yanı, askerlik sürecinde baştan kabullenilmiş olan kopuşu aşabilmek ve resim yapmayı sürdürebilmekti.
1967-69: Gravürler ve Desenler
1968
Taksim Sanat Galerisi, İstanbul sergisi
İki salondan birinde benim, diğerinde de Aktedron Fikret’in, yani Fikret Andoğlu’nun resimleri vardı. O sergi ikimiz içinde keyifli oldu; birbirimizi daha iyi tanıdık. Onunla ilgili kısa bir film yapmak istemiştim bir ara. Aktedron da filmdeki ilham perisi rolünü üstlenecek: İlham perisi bir ressama gidiyor, fakat ressam evde yok. Ertesi sabah o ressamı listeden çıkarıyor. ama bir bakıyor ki not defterinde başka isim kalmamış. Sanatçı aramaya başlıyor. O'na da anlattım kıs kıs güldü, "Yaparız, yaparız !" dedi.
Çevresine yayılan ince ışıkta bulduğum farklılık duygusu, "İlham perisi olsa olsa böyle biridir" düşüncesini uyandırıyordu bende. Sanat duygusu, sezgisi sayesinde ulaşılması zor kaynakları kavramıştı. Konesorlüğü de bu yolda gelişmiş, üstün sezgileriyle doğrulamıştı kendini. Hocalarımın arasında sayacağım isimlerden biri de Aktedron’dur. O'nun gibi hocalar öğrettiklerinin farkına varmazlar bile.
1970
Taksim Sanat Galerisi, İstanbul sergisi
On yedi kadar yağlıboya vardı. Bunlardan biri şimdi Resim Heykel Müzesi Koleksiyonu'nda. Müze için resim alma yetkisi Sabri Berkel’deydi ve sergiden resim seçiyordu. Seçilen resim, koyun başlı bir kadın figürüne ata biner gibi oturan eli bıçaklı bir erkek figürü, erkek baskısını simgeleyen bir kompozisyon: "Kuzu ve Çıplak"
1970 kışıydı. Kasvetli, yağmurlu bir sabah, sınava gitmek için Bebek'ten troleybüse bindim. Biletçi, arka kapının hemen girişinde sağda oturur, önünde açılır kapanır bir tezgâh olur, girene bilet keserdi. Gözüm biletçiye takıldı. Devasa, ağır bir kütle, gri sarı yüz; hafif traşlı, bıyıksız. İçinde deri yelek, üstünde gri kaput, boynunda para çantası ve dizlerinde tahta bilet kutusu, ayağında mest üzerine giyilmiş lastikler ve şapkasında metalik rakamlarla yazılmış numara- Beş yüz vs. Hüzün abidesi gibi! Donup kaldım; Fındıklı'ya kadar onu seyrettim. Ona bakarak indim troleybüsten. "Yarabbim uygun bir konu verseler de bu adamı yapsam!"diyordum içimden. Konu verildi: Hayattan Bir Sahne". Her şeyi anlatırsam resmi yapamam diye sadece kabaca işaretleri koyup eskizi teslim ettim. Barajı geçtikten sonra biletçiyi bir günde bitirdim. Arkadaki boşluğu kaale almadım. Daha sonra, kendi çocukluğumda annem ile babam arasındaki gidiş gelişleri taşıdım biletçinin arkasına. Boş sarı atmosferde yaşlı bir kadın; siluet halindeki çocuk kadına yaslanmış. Resim jüriden tam not aldı.
1970: Desenler